24 Mart 2023 , Cuma
Ana SayfaSöyleşilerYunus Emre Özsaray ile Söyleşi

Yunus Emre Özsaray ile Söyleşi

  • 10Dakika
  • 2671Kelime

Merhaba Yunus Emre Bey. Bizler deyim yerindeyse okumayı ilk söktüğümüzde Ömer Seyfettin ile tanışırdık. Kaşağı olsun Pembe İncili Kaftan olsun bu hikâyeler okuduğumuz, büyüklerimizden okumamız yönünde teşvik gördüğümüz ilk hikâyelerdi. Böyle olmasına karşın Ömer Seyfettin’in bir hikâyeci olarak konuşulan ilk isimlerden olduğunu pek söyleyemeyiz. Belki 100. yıl etkinlikleri kapsamında ve çeşitli vesilelerle Ömer Seyfettin hikâyeciliği konuşulmaya başlansa da  hak ettiği değeri ne yazık ki geç gördüğü söylenebilir sanırım. Ömer Seyfettin ile bu kadar erken tanışıp hayatımızdan bu kadar erken çekilmesinin sebepleri nelerdir sizce?

Tek bir sebebi olduğunu sanmıyorum. Ama sebeplerden birisi ile başlayabilirim. Ömer Seyfettin hikâyeciliği deyince ilk akla gelen hikâyeler, Pembe İncili Kaftan, Kaşağı…Özellikle Kaşağı neredeyse her Türk çocuğunun okuma serüveninde ilk hikâyedir. Kaşağı ve benzeri birkaç hikâyenin Ömer Seyfettin hikâyelerinin çocuk muhayyelesinde yer etmesi gibi bir olumlu etki olsa da diğer taraftan Ömer Seyfettin hikâyelerinin Kaşağı ve benzeri birkaç hikâyeden ibaret gibi algılanması şeklinde bir olumsuz etki de olabilir. Pek tabii bu hikâyeler, Ömer Seyfettin için oldukça karakteristiktir ama diğer taraftan onun sadece çocukluk döneminde okunan bir hikâyeci olarak anılması şeklinde bir etkisi de olmuş olabilir. Oysa Efruz Bey, Primo Türk Çocuğu, Fon Sadriştayn’ın Karısı veya Câbi Efendi etrafında kurguladığı hikâyeler gibi pek çok hikâyesi bir döneme ışık tutması açısından önemlidir. Demem odur ki Ömer Seyfettin’in bir çocuk edebiyatı hikâyecisi olmadığını hatta te’kîd ile söyleyeyim hiç olmadığını beyan etmek lazımdır. Bu genel okuyucu açısından okunmama sebebi olabilir.

Gelelim kalem erbabının ona burun kıvırmasına, sanırım bundaki sebep de modern öykünün kahramansızlığıdır. Böylesi metinler bizim yazar taifesine arkaik gelir, okumak istemezler. 1950 bunalım kuşağının süreğinde üretilen metinlerin takipçisidirler, bu yüzden de Ömer Seyfettin’in hikâyelerinin günün öyküsüne bir üslûp katmayacağını düşünürler. Burada dikkat ederseniz Ömer Seyfettin hikâyeleri ve günün öyküsü dedim.

Bu öykü ile hikâye arasındaki ayrım bir dönemin metinlerinin örtü altına itilmesinin sebebi olsa gerek. Nasıl ki şiirde Orhan Veli poetik bir bilinçle şiiri alelade olana indirgeme noktasında öldürücü hamleyi yapmışsa, bunun hikâyedeki karşılığını da Sait Faik yapmıştır diyebiliriz. Sait Faik, klasik hikâye anlatıcılığından başlayıp Ömer Seyfettin, Refik Halit gibi yazarlara ulaşan damara öldürücü darbeyi indirmiş ve tabiri caizse kahramanı öldürmüştür. Sait Faik kahramansız öykülerin başlatıcısıdır. Sait Faik’in attığı bu temel üzerine 1950 kuşağı bina edilmiş, bu bina üzerinden de günümüz öykücülüğü eserlerini ortaya koymaya devam etmektedir. Nasıl ki II. Yeninin şiirimize katkıları yanında bazı olumsuz etkileri olmuşsa ve bu şiirin anlam dünyasına  zarar vermişse, Sait Faik’in yıktığı kahramanı merkeze alan hikâyenin üzerine öyküsünü kuran 1950 kuşağının öykü anlayışı da tıpkı II. Yeninin şiire verdiği zararlar gibi hikâyeye bazı zararlar vermiştir. Bu zararlı etkileri bertaraf etmek için hikâyede Ömer Seyfettin, Refik Halit, Sabahattin Ali gibi isimler yeniden okunup değerlendirilmelidir.

Ömer Seyfettin hikâyeleri daha çok “çocuk hikâyeleri” olarak sunulur bize. Oysa çocuk hikâyeleri değildir yazdığı hikâyeler. Bu hususta neler söylersiniz?

Çocuk hikâyeleri değildir. Ama çocuklar da okur elbet bu hikâyeleri. Mesela Kaşağı’dan bahsettik değil mi? Kaşağı isimli hikâyeyi bir çocuk okuduğunda bir vicdan azabı hikâyesiyle karşılaşacaktır ama ben artık bu hikâyeyi böyle okumuyorum, okumak da istemiyorum. Çünkü Ömer Seyfettin’in diyelim Mermer Tezgah veya Dama Taşları gibi hikâyelerini okuduktan sonra, dönemini, dönemindeki iktisadi ve siyasi zihniyetin teşekkülünü anlamlandırdıktan sonra, bütün yazılarına topluca baktıktan sonra Kaşağı hikâyesini okuyunca orada mesele farklı boyutlar kazanıyor. Kaşağı, kaşağı olmaktan çıkıp klasik zihniyetin nesne insan ilişkilerinde insanın nesneye yüklediği anlamın sembolleştirildiği bir hikâyeye dönüşüyor Kaşağı. Bu göstergeyi orada ciddi okumak lazım. Diğer hikâyeleri için de benzer şeyler söylenebilir. Ömer Seyfettin Meşrutiyetten, Cumhuriyet’e uzanan süreçte yaşananların, Ziya Gökalp’in kavramlaştırdığı Yeni Hayat’ın müşahit hikâyecisidir.

Baktığımız zaman Ömer Seyfettin’in 36 yıl gibi kısa bir ömre yalnız hikâye değil birçok türde çok sayıda eser sığdırdığını görüyoruz. Üstelik bu otuz altı yılın büyük bir bölümü savaşlarda geçmiştir ve esir de düşmüştür aynı zamanda. Bu konudaki düşüncelerinizi ve Ömer Seyfettin’in katıldığı savaşların, esir düştüğü dönemde kaleme aldığı hâtıraların onun hikâyeciliğine nasıl etkileri olduğunu öğrenmek isteriz.

Ömer Seyfettin’in neredeyse bütün hikâyeleri savaşın gölgesinde yazılmıştır denebilir. Mesela “Makul Bir Dönüş” isimli hikâye 1914-1918 yılları arasında akıl hastanesinde yatan ve hastaneden taburcu olduktan sonra sokaktaki hayatı gözlemleyince, bu insanlar aklını kaçırmış olmalı, akıl hastanesindekileri daha akıllıymış diyerek oraya dönmeyi isteyen Câbi Efendi’nin hikâyesini anlatır. Bu noktadan bakınca savaş Ömer Seyfettin’in yaşadığı yıllarda hayatın her alanına sinmiş ve dünya devasa bir tımarhaneye dönmüştür. Bu tımarhaneden kurtulmanın tek yoluysa ancak aklını kaçırmaktır. Ne yazık ki Ömer Seyfettin aklını kaçıramamış ve en canlı şahitliklerle, en yüksek farkındalıklarla ne gördüyse yazmıştır. Elbette savaşın etkilerini konu edindiği hikâyeler olduğu kadar doğrudan savaşı konu edinen hikâyeleri vardır bilirsiniz, Bomba, Beyaz Lale, Primo Türk Çocuğu bunlardandır. Veya Bulgar çetelerini takip etmekle görevliyken Cumalıkızık, Razgrad gibi yerlerde yaşadığı hatıralarına dayanan Nakarat, Hürriyet Bayrakları gibi hikâyeler onun hatıralarıyla beslenen hikâyelerindendir. Yine diğer taraftan Balkan Savaşına giden günlerde savaşın Bulgarlar ve Rumlar nezdindeki hazırlıklarını konu edindiği Ashab-ı Kehfimiz, Meşrutiyet’ten Balkan Savaşlarına uzanan dönemin panoramasını vermesi açısından önem arz etmektedir. Savaş sonrasında kimlerin hangi beklentiler içerisinde olduğunu, Ayasofya’yı kiliseye çevirme arzusunda olanların hissiyatlarını en güzel biçimde yansıtır Ömer Seyfettin. Onun Ashab-ı Kehfimiz hikâyesini okurken “Bulgar Kralı Ferdinand’ın Ayasofya’da “taç giyme” resminde giyeceği esvapla formalar Paris’te yapılmış, Avrupa gazeteleri yazıyor.” dediğini görünce kendimizi ve ötekini daha iyi tanırız. Şunu da ekler hikâyede Ömer Seyfettin “ Ey ihtiyar Ayasofya… Demek beş yüz bu kadar sene sonra kubbene yine haç dikilecek ha…”

İçinde bulunduğumuz günlerde bile saçma sapan zırvalamalar yapmamak için hiç değilse Ömer Seyfettin hikâyelerini okumalı, bir bilinç düzeyi ile konumlanmalıyız diye düşünüyorum.  Sadece bu numune değil bunun gibi Hobsbawn’dan alıntıyla söylersek Kısa 20. Yüzyılın en yoğun zamanı olan 20. Yüzyılın ilk 20 yılı dünyada neredeyse bütün dengelerin alt üst olduğu, yeni dünyanın da bu alt üst oluşun üzerine kurulduğu bir dönemdir. Bundan sonra yaşananlarsa 2. Dünya savaşı da dahil bu büyük depremin artçılarıdır. Bu sebepten bu dönemi iyi anlamak her numuneyi mercek altına almak günü anlamak açısından büyük önem arz eder ki Ömer Seyfettin bu döneme dair her bir hikâyesiyle hayatın içinden numuneler sunar.

Ömer Seyfettin bir yandan da İttihat ve Terakki ile iletişim hâlindeydi. Ömer Seyfettin İttihat ve Terakki ile fikirsel olarak tamamen eşgüdüm hâlinde miydi? Hikâyelerinde bu ilişki karşımıza nasıl çıkar?

Askerlikten de bu sebeple ihraç edildiğini biliyoruz. Ama sonradan İttihat Terakki’nin politikaları ile ters düşmüş. Bilhassa İTC’nin iktisadi politikalarının karaborsacılık, kısa yoldan zengin olma gibi sorunlar ortaya çıkarması, Ömer Seyfettin’i ittihat terakki politikalarından uzaklaştırmıştır. Efruz Bey hikâyesinde İttihat Terakki ile ilişkilerini, tecrübelerini yakinen görürüz. Yine İttihat Terakki’nin “ Ey Türk Zengin Ol” çağrısının güdümünde yazılan hikâyeleri vardır. Abdulhamid Han ( Yaşasın Dolap) dönemini karikatürize ettiği hikâyesi de vardır.

Belki siz başka hikâyelerinden de örnekler verebilirsiniz. Mesela “Kaç Yerinden” isimli hikâyede bir yazarı ve doktoru karşılıklı konuşturarak, bir yazar olarak kendinin hikayecilik anlayışından fikirler sızdırdığını gördüm. Ömer Seyfettin yazdığı hikâyelerde kendi hikâyecilik anlayışını, edebî anlayışını açıklamak ister mi okuyucuya?

Zaman zaman edebi anlayışını dile getirmiş hikâyelerinde. Fakat bunu kurmacanın kanunlarına uygun yapmış. İki zıt fikri, iki zıt kahraman ile temsil ettirirken, okurun zihninde hangi fikrin kabul görmesini arzu ediyorsa o kahramanı öne çıkarıp, karşıt fikri – biz buna trajik kahraman diyelim-  trajik kahramanın görüşleri olarak öne sürmüş. Böyle bir hikâyeyi okuyan okur, trajik kahramanı yargılayarak, Ömer Seyfettin’in edebi anlayışını yansıttığını düşündüğümüz kahramandan yana tavır alır. Bu da aslında bir bakıma edebi anlayışını okura aksettirme biçimidir. Mesela iki mebus isimli hikâyede feylesof ile -ki bunun Feylesof Rıza olduğunu söylenir- Vedit isimli genç bir mebusun Perviz’in ölüm yıldönümü münasebetiyle yapılan bir toplantıdaki karşılaşmasında, Vedit’in ağzından biraz da kendi edebi yaklaşımını yansıtır. Şöyle der: “En ziyade onun iddialarından, edebiyatından bıkmıştı. Yarım asır evvelki kof ve iptidaî harekât-ı edebiye artık dinlenemezdi. Zaten bütün bu manasız gevezelikleri beş altı sene evvel belki yüz defa bizzat feylesoftan dinlemiş, ezberlemişti.” Bu hikâyeyi okuyan bir okur, Vedit ile birlikte Feylesof’u yargılamaya dolayısıyla da onun edebi zevkini yargılamaya başlar.  Yine Bahar ve Kelebekler isimli hikâyede eski edebiyat zevki ile neşe bulmuş nine ile batı romanlarını okuyarak keyiflenen torunu karşı karşıya getirir. Burada okurdan ninenin içine düştüğü hale acıyıp genç torundan yana tavır alması beklenir.  Nine bütün bu eskiliklerin içerisinde acınacak haldedir ve okur bu duruma düşmemek, “yeni hayat”a kucak açabilmek için onun yaptığı hataları yapmamalıdır. Ömer Seyfettin’in pek çok hikâyesinde kullandığı bir tekniktir bu.

 1910 yılında Ali Canip’e yazdığı mektup milli edebiyatı başlatan mektup olarak literatüre geçmiştir. Hatta orada “Ben edebiyattan nefret ediyorum” gibi cümleler kurar. Ömer Seyfettin gibi bir hikâyeci edebiyatın hangi yönünden nefret ediyordu?

Tezeyyün gayesiyle Arapça ve Farsça’dan yapılan terkiplerle anlaşılmaz bir edebi lisan ortaya çıkmasından nefret ediyordu. Burada halkın anlayabileceği bir milli lisanla, milli bir edebiyatın ortaya çıkması gayesini taşıyordu ki bunu Yeni Lisan üzerine yazdığı makalelelerde uzun uzun açıklamıştı.

Genç Kalemler’de yayınlanan Yeni Lisan Makalesi’nde “Milli bir edebiyat milli bir dil ile inşa edilebilir” anlayışını görüyoruz. Bu kastedilen “milli dil” kavramını nasıl algılamalıyız?

Ömer Seyfettin meseleyi bu makalede uzun uzun açıklıyor olmakla birlikte, biz buraya makalenin neticesinde genç yazarlara sunduğu teklifi alarak kısaca cevap verelim. Diyor ki biz bir köşeye çekilip Nedim’in parlak fakat tabii olmayan terkiplerini terennüm edersek kendi mezarımızı kendi elimizle kazmış oluruz. Acemistan ve Fransa’dan alınmış, halk zihninde yeri olamayan kelimeleri bırakalım. Lakin  yerleşmiş, halkın kullandığı kelimeleri bırakalım gibi anlaşılmasın bu. Gramer olarak Türkçe’nin gramer yapısına uygun bir dil anlayışı benimseyelim. Diğer taraftan yazar adayı gençlere de diyor ki  yazdığınızı herkes anlarsa, severse kitaplarınız çok satacak, say’inizin mükâfatını göreceksiniz, dünküleri taklit etmekte devam ederseniz, bir gün mutlaka onlar gibi yazı yazmaya tövbe edeceksiniz.

Ömer Seyfettin hikâyelerinden hususi bir hikâye kuramı meydana getirmek mümkün müdür?

Ömer Seyfettin’in tahkiye anlayışına bağlı kalarak bir hikayecilik tutumu geliştirilebilir. Hatta buna ihtiyaç bile vardır. Günümüz hikâyeciliğinde de hikâyeciler, Ömer Seyfettin, Refik Halit tarzı anlatıyı tekrardan yeni bir bakışla değerlendirmesi gerekir. 1950’lerden itibaren dünya edebiyatının formlarını takip ediyoruz kastıyla, halkın anladığı bir dil ama Orhan Duru, Haldun Taner’in ilk dönem hikâyeleri gibi birkaç örnek dışında anlayamadığı bir söylemle öyküler kurulmuştur. Bu söylem öykü bir sanat olarak düşünüldüğünde bence Rasim Özdenören, Tomris Uyar, Selim İleri gibi çok başarılı örnekler ortaya çıkarmış olsa da sanatı bir kenara bırakıp meseleye hikâye açısından insanın hikâye dinleme okuma ihtiyacı açısından yaklaştığımızda meseleye sanat açısından yaklaşmayanlarca anlaşılmaz metinlerin ortaya çıkmasına da sebep olmuştur. Evet resim bir sanattır ama insanlara Picaso’yu dayatmanın bir anlamı yoktur, memleketin pastoral ressamlara da en az diğerleri kadar ihtiyacı vardır.

Hem pastoral resim sanatçıları nasıl ki en az Picaso kadar sanatçıysa bugün klasik söylemle hikâye yazanlar da en az diğerleri kadar hikâye sanatının içindedir. Bu sebepten Ömer Seyfettin’in söylem biçimi üzerinde düşünülmelidir. Hikâye hâlâ okunan bir türdür ama yazıldığı takdirde.

Ömer Seyfettin hakkında daha çok araştırma yapmak isteyen okuyucularımıza tavsiye edeceğiniz makaleler, kitaplar var mıdır? Hikâyelerini  yayınevi/yayına hazırlayan kişi çerçevesinde özellikli olarak tavsiye etmek istediğiniz yayınlar var mıdır?

Ömer Seyfettin konusunda yazılmış o kadar çok makale var ki onun hangi yönünü araştırmak arzu ederseniz ona uygun bir makale bulabilirsiniz. Bu sebepten ben öncelikle günümüz okuru ilk baştan Ömer Seyfettin hikâyelerini ve yazılarını toplu olarak okumalıdır diyorum.  Bunun için de Dergah yayınları bütün hikâyelerini topluca basmaktadır. Yine hikâye dışındaki yazıları TDK tarafından Nazım Hikmet Polat tarafından hazırlanmış ve TDK tarafından basılmıştır, bu yazılar da bir bütünlük halinde okunmalıdır. Türk Tarih Kurumu’nun hazırladığı “ Doğumunun Yüzüncü Yılında Ömer Seyfettin” isimli kitap ve yine TDK tarafından yayınlanan Yusuf Ziya Öksüz’ün hazırladığı Genç Kalemler ve Yeni Lisan Hareketi isimli kitaplar önemlidir.

0
0
0

İlgili Yazılar

CEVAP VER

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz

- Reklam -

Popüler Yazılar