Şehir ve medeniyeti konu alan hemen her yazı: öncelikle şehri, daha sonra medeniyeti ve en sonunda da şehir ile medeniyet arasındaki ilişkiyi açıklamakla işe başlar. Dolayısıyla konuya giriş bağlamında böyle bir geleneği göz ardı etmek doğru olmaz, ancak bu defa da sürekli tekrarlanan bir açıklamalar yumağı ile karşı karşıya kalma durumu ortaya çıkmakta ki, bu da okuyucuya bıkkınlık verir. Bu yazıda bahsedilen riski aşmak için farklı bir usul denenecektir. Öte yandan bu yazı bir kerelik, yani şehir ve medeniyet üzerine her şeyin söylendiği bir yazı olmadığından ya da olmayacağından bu defalık giriş mahiyetinde ve konunun çerçevesi nisbetinde bir iki sayfalık bir yazı olacaktır.
Bu yazı, ağırlıklı olarak İslam medeniyeti ve İslam şehri merkezli yazıldığı için yazıyı yazan: dip atalarının cennette yaratıldığına, onların yapmış oldukları hareketten ötürü cezalandırılarak belirli bir süreliğine ve imtihan olunmak için dünyaya gönderildiklerine, yine her nefsin ölümü tadacağına, kıyametin kopması sonrasında ölenlerin tekrar diriltileceğine, hesaba çekileceğine ve dünyada iken sergiledikleri inanç ve yapmış oldukları amelleri doğrultusunda kısmi ya da ebedi yaşayacakları yerlere gönderileceklerine inanmakta ve yazısının kurgusunu, sütunlarını ve çerçevesini bu doğrultuda tespit etmektedir. Bu açıklama; yazıyı yazanın inanç dünyası ile ilgili dile getirdiği hususlara herkesin bakışının farklı olabileceği dikkate alınarak yapılmıştır. Ayrıca kurgulanan yazıda dile getirilen hususların oturduğu bir fikri ve dini tabanın bulunduğu da ifade edilmek istenmiştir.
Müslüman âlimlere göre şehir kısaca: Cuma’sı kılınan ve pazarı kurulan yerdir. Bu iki kısa özellik bize hadisenin evvel emirde inanç ve sosyal boyutuna, akabinde de ekonomik yönüne bakılarak tanım yapıldığını göstermektedir. O hâlde, insanların bir araya gelerek Cuma namazı kıldıkları ve alış-veriş yaptıkları yerler şehir olarak adlandırılmakta ve bir yerin şehir olabilmesi için bu iki faaliyetin yapılması şart koşulmaktadır. Hadiseye zaman boyutu da ilave edilip şart olarak öne sürülen bir araya gelmek fiili ise ömürde, yılda, mevsimde veya ayda bir kez değil; haftada bir kez olarak tespit olunmuştur. Bu hâliyle topluca kılınacak namazın haftada en az bir kez olmasına vurgu vardır ki, bunun hemen her gün veya her namaz vaktinde olmasına bir mani de yoktur aslında. Yalnız bir araya gelmekten/getirmekten beklenen ise insanları bir mekânda istiflemek veya yanyana dizmek olmayıp onların birbirleri ile iletişim içerisinde olmalarını, konuşup tartışmalarını, öneri ve eleştiride bulunmalarını, yardımlaşmalarını sağlamaktır. Zaten pazarın kurulmasına ilişkin şart da bu ilişkinin sadece aynı mekânda namaz kılmakla sınırlı kalmayıp kişilerin üretip tükettikleri emtia üzerinden değiş-tokuş veya alış-veriş yaparak ilişkilerini çeşitlendirmek ve arttırmak gayesine matuftur. Tanımlamada pazarın açık veya kapalı olması yönünde bir zorunluluk olmadığı gibi pazarın hangi aralıklarla kurulması gerektiğine dair bir açıklama da yoktur. Cuma namazı haftada bir kılınması gerektiğinden aynı şartın pazarın kurulması için de geçerli olup olmadığı net olarak bilinmemektedir. Öte yandan pazarın her gün kurulmasının önünde bir engel de bulunmamaktadır.
Şehir nereden çıktı ve insanoğlu şehir/şehirler kurma ihtiyacını neden hissetti diye bir soru sorarak yazımıza devam edecek olursak, ilahiyatçı, felsefeci, psikolog, mimar, sanat tarihçisi, şehir plancısı olmayıp da biraz meraklı, biraz etrafı gözlemeyi seven, biraz gezgin, biraz düşünen ve sorgulayan bir tarihçi, bir araştırmacı olarak şöyle söyleyebilirim: Söyleyeceğim şeyi söylemek için de buraya kadar olan anlatımlardan bahsetmem gerekiyordu demem lazım öncelikle. Din ve inanç, şehir ve medeniyet konusunun içinde doğrudan yer alıyor zira. Her birimizin cenneti kendi hayalimiz ve bilgimiz, estetik anlayışımız ya da alışık olduğumuz ve eksikliğini hissettiğimiz şeyler üzerinden beliriyor aslında. Çünkü bizler cenneti her türlü eksiklikten münezzeh, her türlü kötülük ve çirkinlikten arınmış/arındırılmış, düşündüğümüz her şeyin o an yanıbaşımızda olacağı, olması gereken her şeyin olduğu, olmaması gereken hiçbir şeyin bulunmadığı, emin bir belde, nâ-mütenahi bir alan, estetik ve zarafetin en üst kertesi, zaman kavramının pek de hissedilmediği, sakin, aydınlık, yeşillik, sulak vs gibi bir yer olarak tahayyül ediyoruz. Bu arada orası hem ıssız değil hem de telaşe ve endişeden uzak bir mekân.
Cennette yaratılan ve cennetten çıkarılıp ıssız ve yabani bir dünyaya birbirinden uzak olarak yalnız başına gönderilen dip atalarımızın imtihanının epey çetin olduğu anlaşılıyor. Yalnız başlarına kaldıklarını, cennet gibi bütün olumsuzluklardan arınmamış emniyetten uzak ve mamur olmayan bu yeni yere alışamadıklarını, bir an önce gönderildikleri yere geri dönebilmek için neler yaptıklarını, ayrıca geldikleri yere hemen geri dönemeyeceklerini anladıklarındaki hayal kırıklıklarını tahayyül etmemiz gerek. Bunu düşünmezsek eğer, şehirlerin nereden çıktıklarını ve insanoğlunun şehre neden ihtiyaç duyduğunu da çözemeyiz. Bu arada geldikleri yeri unutmadıklarını ve sürekli olarak orasını düşündüklerini de hesaba katmalıyız. İşte bu şartlar altında yapabilecekleri şeyler: affedilmeleri ve en azından bir araya gelebilmeleri için dua etmek, sabretmek, yeni geldikleri yeri imar ederek cennete benzetmek, kendi dünyalarında kendi cennetlerini inşa etmek olsa gerektir.
Avantajları: yaşayabilecekleri ve hayatta kalabilecekleri bir mekânın aynı zamanda da imkânın yaratılmış olması, akıl ve şuur sahibi olmaları, sağlıklı olmaları, korunuyor olmaları, hafızaya sahip olmaları, dünyada yaşamaları için gerekli bilginin en azından Hazreti Adem’e öğretilmiş olması, üreyip çoğalma kabiliyetinin bahşedilmiş olması, kendilerine uzunca bir ömür verilmiş olması vesaire… Çünkü cennetteyken üreme haklarının olmadığı ve ölümden sonraki cennette de böyle bir şeyin olmayacağı anlaşılıyor.
İşte bütün bu olanlar, bilgiler, imkânlar, hayal etme ve inşa etme becerilerinin sonucu olarak şehrin ortaya çıktığını düşünebiliriz. Bu sürecin bir anda ve eşzamanlı olarak hep birlikte olmadığı çok açık. Deneme yanılma ile, yanlış yapma ve yanlıştan dönme ile, daha iyisini ve daha güzelini arzu etme ile, hem ısrar hem de sabır ile bu süreç insanoğlunun şehir/şehirler kurmasına kadar devam etti ve hâlen de etmekte, yani süreç bitmedi ve son söz söylenmedi henüz. Aslında bu, insanoğlunun başka bir anlamda ben de yapabiliyorum ve yaptım demesi sürecidir. Ancak Müslüman bunu bir meydan okuma şeklinde değil de, madem ki ben en güzel şekilde yaratıldım, madem ki bana akıl-şuur ve yanında da kabiliyet verildi, o hâlde ben her şeyin en iyisine ve en güzeline sahip olmalıyım; hatta en güzelini, en iyisini ve en doğrusunu yapmalıyım düşüncesi içinde ele almalıdır bu süreci. Aksi hâlde meydan okuma yoluna giderse, haddi aşarsa, kendinden başkasını düşünmez ve yaratılan her şeyin hukukuna riayet etmezse, şimdilik insanoğlu için dünyadan başka yaşanabilecek bir mekân olmadığını hesaba katmazsa, insanın da yalnız başına yaşayamayacağını ya da yaşasa bile hayattan zevk alamayacağını akletmezse, israftan vazgeçmezse, ne için yaratıldığını aklından çıkarır ve mutlaka her nefsin tadacağı ölümü unutacak ve unutturacak olursa daha önceki kavimlerin başına gelenlerin yeniden yürürlüğe konulacağı da muhakkak. O sebeple madem ki akıl sahibiyiz ve başka yaratılanlara üstün kılındık, o hâlde gereğini en güzel biçimde yapmalıyız.
Mevzuya giriş mahiyetinde ve sadece şehir ile sınırlı kalıp henüz medeniyet konusunda bir kelam etmediğim bu yazımı burada sonlandırmak en doğrusu olacaktır. Tarihten günümüze, soyuttan somuta, basitten karmaşığa doğru olan yolculuğumuz hayırlı olsun. Ne sıklıkla ve ne boyutta olacağını, hatta kendi sonumu dahi bilmediğim sonraki yazılarda buluşmak temennisiyle Allah’a emanet olun kıymetli Dostlar…