Geçtiğimiz günlerde merhum üstad Necip Fazıl Kısakürek’in vefatından kısa bir süre önce Ahmet Kabaklı ve beraberindeki bir grup arkadaşına verdiği mülakatın görüntüsü düştü internete. Konuşmayı büyük bir keyifle izledim, arada geçen tespitlerin bir kısmını da not aldım. Pek çoğumuzun farklı şekillerde ifade ettiği bir hakikati, üstad kendine ait müthiş dil ve üslupla adeta bir darb-ı mesel haline getirmişti. Şöyle diyordu: “Bir şeyi teklif hakkı, o şeye mensup olanlara mahsustur…”
Bu muazzam sözü tekrar tekrar okurken hafızamı tazelemiş oldum bir anlamda. 20 yıl kadar önceydi. Bir sohbet meclisinde söylediklerimizin muhatabımıza tesir etmesi için, onu önce biz, bizatihi kendimiz tarafından yaşaması gerektiği üzerinde durulmuş ve bununla ilgili pek çok örnek anlatılmıştı. Mesela, imamların cuma namazlarında cemaati “adalete, iyiliğe, akrabaya yardım etmeye” çağırmasına, “çirkin işlerden, fenalık ve azgınlık yapmaktan” vazgeçirmeye davet etmesine rağmen, hergün onlarca cinayetin işlenmesinin, yüzlerce hırsızlık vakasının yaşanmasının, akrabaları bir kenara bırakalım; anne-babaya bile yardım etmek şöyle dursun zulmetmenin sıradanlaşmasının gerekçesi olarak işte bu hakikat öne sürülmüştü. El hak doğruydu.
Aradan geçen 20 yıla rağmen, dindar kitlenin bu mevzuya ilişkin bir arpa boyu yol alamamasının en büyük nedeni, işte üstadın muhteşem bir ifadeyle formülize ettiği, mensup olmadığımız şeyleri teklif etme hakkını kendimizde bulmamızdan başka bir şey değil. Hele konu dindarlığa gelince mangalda kül bırakmamamıza rağmen, başkalarını işlemekle suçladığımız fiilleri hatta daha vahimlerini gözümüzü kırpmadan gerçekleştirmemiz, bu hakkı kendimizde bulmamızdan başka bir sebeple açıklanamaz!
Etraf “yazar” kaynıyor. Birkaç kitap okuyanların münevver edası takındığı bir atmosferde nefes alıp veriyoruz. Birileri de başka birilerini gereğinden fazla ciddiye alarak, yine merhum Necip Fazıl’ın ifadesiyle “sahte kahramanlar” çıkarıyor ortaya. Bugünün en temel meselelerinden olan din ve ahlak konusunda meydan boş olduğu için yeni yetme münevverlerimizin ahkam kesmeleri hayli uygun bir ortam kendiliğinden oluşuyor. Doğruların dillendirilmesi elbette mühim. Ancak, öncelikle “dillendiklerimizin ne kadarı doğru?” ve “biz bu doğruların ne kadarını yaşıyoruz?” sorularını kendimize sormamız gerekiyor. Sosyal medya yüzünden herkesin her şeyi, istisnasız her şeyi dilediği gibi ifade edebildiği bir dönemde maalesef bu soruların varlık nedeni anlamsızlaşıyor. “Zannın bir çoğundan sakının…” emri sanki bize değil de hayvanlara verilmiş gibi davranıyor, daha ne söylediğini, hangi maksatla söylediğini bile anlamadan ağzımıza geleni söylüyoruz insanlara. “Müslümanların ayıplarını ve kusurlarını araştırmayın” emrini görmezden geliyor, onları araştırmakla da kalmıyor, binlerce kişinin önünde ortalığa saçıyoruz! Bir kaç kişi toplandı mı etrafımıza, onlara en çok “müşterisi” olan konulardan, şeriattan, adaletten, kardeşlikten bahsediyor, bilip bilmeden milleti “gavur” ilan ediyor ve bütün bunları “Müslümanlar kardeştir” hikmetinin sınırlarını yok sayarak, pervasızca, vurdumduymazca yapıyoruz. Birilerini “mücahitken müteahhit oldular” diye suçlarken, başka birilerini “kapitalizme hizmet ediyor” diye yerden yere vururken, kimilerine de “paraya, güce, makama yaranmaya çalışıyor” diye “atarlanırken” gıybet ettiğimizi, yalan söylediğimizi, iftira attığımızı görmüyoruz/göremiyoruz!
Mevcut durum, daha düne kadar eleştirdiğimiz tüm eylem ve fiilleri, fırsatı ele geçirince vicdanlarımızda sıradanlaştırdığımızı ortaya koyuyor. Yani, elimizde iphone telefonla, üzerimize giydiğimiz kot pantolonla orada burada yaptığımız kapitalizm düşmanlığı ve şeriat propagandacılığında samimi değiliz. Ezan okunurken kılımızı bile kıpırdatmamamız, karşı cinsle muhatap olurken hudutları zorlamamız, başkalarının küçük günahlarını, Allah’ın büyük günahlardan saydığı fiillerle yüreğimizde en ufak bir sızı hissetmeden arkamıza yaslana yaslana ortama boca etmemiz başka hangi tespitlerle izah edilebilir ki? Dinin, tasavvufun edebiyatını yaparken, “dövene elsiz, sövene dilsiz” olmayı başkalarına öğütlerken, dervişliğin namusuna halel getirmek, eleştireni dövmek, tenkit edene sövmek her şeyden önce kendimize, içerisinde bulunduğumuz topluma ve etrafımıza biriktirdiğimiz yeni nesil çocuklara yapabileceğimiz en büyük ihanettir.
İlmin kapısı Hz. Ali şöyle buyuruyor: “Söylediklerinin amellerinden sayıldığını bilen kimse az konuşur ve ancak kendisini ilgilendiren şeyleri söyler…” Keşke herkes az konuşsa, yaptıklarını ama sadece yaptıklarını söylese ve kendini ilgilendiren şeylerle meşgul olabilse. Keşke herkes anlattığı kadar dindar, Müslüman olabilse. Necip Fazıl’la başladık madem, yine Necip Fazıl’la bitirelim: “Çilesi çekilmeyen şeyin aşkı olmaz, aşk olmayınca çile olmaz. Çile olmayınca meydana getirme cehdi olmaz, şevk olmaz, hiç bir şey olmaz…” Ne mutlu teklif ettiği şeylerin çilesiyle yoğrulmuş hakikat adamlarına, adam gibi adamlara…
0
0
0