Sabah olmuştu. Güneş, İssos Savaşı’nda Büyük İskender’e yenilen Pers kralı Dara’nın hazinesinden kalma altın bakışlarını Amanos Dağları’nın zirvesinden Payas’ın üzerine saçıyordu. Akdeniz’den esen bir meltem sahildeki palmiyelerin saçlarını okşarken, güne erken başlayan hayat kıdemlisi insanlar banklardaki yerlerini alıyordu. Kuşların telâşlı sesleri fersiz gözleri gökyüzüne çağırmıştı. Daveti duyan park müdavimleri de kuşlar gibi çırpınıyordu. Mazi özlenen dost kılığında gökte asılı duruyordu.
Amansız hastalık bedenini iyice yıpratmış, toparlanması kolay olmamıştı. Aylar sonra kendi başına dışarı çıkmış, aldığı poğaçaları yalvarırcasına bakışan kedilere pay etmemin mutluluğunu hatırladı. Sekiz kuleli Payas Kalesi’nin tarihi surlarını çepeçevre saran hendeğe nispet yapan kurumuş gözleri yanlış görmüyorsa o, yine oradaydı. Dedesinden çok dinlemişti. Cin Kulesi’nde bir asker her gece nöbete başlar, sabahın ilk ışıklarıyla da yorgun düşen gölgesi sahile doğru uzanırdı. İrkildi. Etrafına bakındı. Kendinden başka heyecanla yerinde kıvranan yoktu. Damarları fışkıran esmer elini çenesinde gezdirip kulenin burcuna yeniden baktı. Kimseler görünmüyordu. Kulenin önünde gördüğü gölge de tuhaf şekilde ortadan kaybolmuştu. Usulca toprağa sızdığını düşündü. Birilerine gördüklerini anlatacak olsa deli yaftası yiyebilirdi. Biraz toparlandıktan sonra yerinden kalkıp aheste adımlarla denizin kenarına geldi. Ellerini bastonunun üzerinde âşıklar gibi buluşturdu. Dedesini anımsadı sonra. Anlattığı destansı hikâyelerin etkisiyle kalbinin hızlıca çarpışını, göğsünün gururdan horozlar gibi kabarışını hatırladı. Şimdiyse kambura dönmeye yüz tutmuş kabarıklık sırtına iyiden iyiye yerleşmişti. Biliyordu, dedesinin peşi sıra yürüyordu. Dedesi de son zamanlarında epeyce belirginleşmiş kamburu yüzünden ciddi sıkıntılar çekmişti. Şikâyetçi değildi. Halinden asla gocunmuyor, böyle bir dedenin torunu olduğu için her daim kendini şanslı addediyordu.
Kıyıya çıkmaya çalışan küçük dalgaların sesine kulak verdi. Mısır seferine çıkan Yavuz Sultan Selim’in neferlerinin kılıç şakırtılarına benzetti. Gözlerini daha büyükçe açarak denizin yüzünde oynaşan ışıltıları seyre koyuldu. Bu çelik ışıltılar olsa olsa haşmetli Osmanlı ordusunun yalın kılıç akınıydı. Sanki tarih tekerrür ediyor, fetih yeniden başlıyordu. İçinde kısa süreliğine huzur ve güven zuhur etti. Osmanlı adalet ve huzur demekti. Yine dedesinden dinlediği kadarıyla hemen yakınlardaki Anadolu’nun en büyüğü olan, Sokullu Mehmet Paşa Külliyesi’ni Mimar Sinan imar etmiş, hac yolcularına konaklama imkânı vermişti. Aklına neden bunların geldiğini tam olarak bilemiyordu. Dedesini çok özlediği kesindi. Bu düş halinin sebepsiz olamayacağına kanaat getirdi. İşgal yıllarında Fransızlara direnen yöre halkının şanlı mücadelesini ve Hatay’ın Türkiye’ye katılışını anlatan dedesinin yüz ifadesi aklına düştüğündeyse yüzünde geniş, müteşekkir, dualı, ıslak bir tebessüm belirdi. Başını öne doğru silkeledi. Buruşuk yanaklarının kıvrımlarından süzülen yaşlar ayağının dibindeki kumlara karıştı. Deniz, halini anlamışçasına serin bir yel uzattı. Yüzüne tuzlu bir ferahlık yapıştı. Kollarını açıp esen yelin bütün bedenine sarılmasına müsaade etti. Ağarmış kaşlarının gölgesine sığınan gözlerini kısıp, kuruyan dudaklarını yaladı. Ağzına tanıdık bir tat misafir edasıyla yerleşerek yayıldıkça yayıldı. Bu aromayı çok iyi biliyordu. Çocukluğunda gittiği bahçelerinden mandalina toplarken ikisini kasaya koyup, birini güya kimseye çaktırmadan şapırdata şapırdata yerdi. Yanı başında beliren dedesi, tombik yanaklarından makas alarak şeker uzattığında çürük dişlerini çekinmeden sergilerdi. Şekeri de çok severdi, ama bu mandalinaların tadı bir başkaydı. Dünya’ya ait olmayan meyveler sanırdı çocuk aklıyla. Az zaman sonra ağzındaki tadın yok oluşuna üzülerek şahit oldu. Yine ayaküstü çocukluğuna uğramış, burnunda naftalin kokulu anılarla geri dönmüştü
Yaşadığı gelgitle yorgun düştü. Yeniden oturmak üzere banka yöneldi. Bir müddet sırtını çatırdatırcasına bankta gerindi. Aklına bu kez gümüşe çalan yeşil yaprakları ve muntazam düzenleriyle dağları zapt eden zeytinlikler geldi. Gençliğinde asırlık ağaçları uyandırmadan naifçe topladıkları zeytinleri salamuraya yatırıp sabahları köy ekmeğine katık edişlerini unutmuş değildi. Sağlığına kavuşmuş olmanın verdiği sevinçle heveslendi. Eve dönünce yapacağı ilk iş; kızının akşamdan pişirdiği köy ekmeğine halis zeytinyağını katık edeceği güzel bir ziyafetti. Fakat önce güç toplamalıydı. Sızlayan bacaklarını uzatmak üzere bankta yan dönünce karşısında torununu gördü. Torunu ilkokul çağındaydı. Buna rağmen cevval, acar, yağız bir çocuktu. Bitirim tipli, güleç yüzlü, konuşkandı. Dedesine fırça atar gibi sözlerini sıraladı:
“Dede sen neredesin? Sabah erkenden çıkmışsın. Hepimiz seni çok merak ettik. Ama ben seni burada bulacağımdan emindim.”
Baştan aşağı süzdüğü torununu ensesinden kavradığı gibi bağrına bastı. Torunu göğsünden gelen hırıltıları dinlerken o, bakışlarını Cin Kulesi’nin burcuna çevirdi. Kendini maviliğin kollarına bırakan aziz Türk bayrağının nazlı salınışını dakikalarca hayranlıkla izledi. Doyulacak, bıkılacak gibi değildi.
Zaman nehirdeki kütük gibi hızla akıp gidiyordu. Ecelden bir süreliğine de olsa izni koparmıştı. Artık mirasını açıklama vaktinin geldiğine karar verdi. İçinde bulundukları an büyük fırsattı. Yaşadığı duygu yoğunluğuyla titrek elini torununun narin omzuna attı. Ömrü boyunca biriktirdiği kültür ve tarih mirasını destansı bir dille vakit kaybetmeden torununa aktarmalıydı. Zayıf, kırılgan, kemikten ibaret işaret parmağıyla Cin Kulesi’ni gösterip nöbet tutan askerden itibaren anlatmaya başladı.
…