Yazıya bu başlığı koyarken çok düşündüm. Ama daha uygun bir başlık da bulamadım. Okuduğunuz zaman daha iyi anlayacaksınız ki Hazreti Pîr’in, İslamlığı ya da Müslümanlığı ile şu anda bizim yaşadığımız İslam’ın ya da Müslümanlığın alakası yok.
“Men bende-i Kur’ânem eger cân dârem
Men hâk-i reh-i Muhammed muhtârem
Eger nakl kuned cüz in kes ez güftârem
Bizârem ez u vez an suhen bizârem”
“(Ben yaşadığım müddetçe Kur’ân’ın bendesiyim.
Ben, Muhammed Mustafa’nın yolunun toprağıyım.
Biri benden bundan başkasını naklederse
Ondan da şikayetçiyim, o sözden de şikayetçiyim.)”
Özellikle bu dörtlüğü yazdım ki bazılarının kör gözüne parmak sokabilmek için. Sevgili dostlar her aralık ayı geldiğinde Şeb’i Arûs merasimleri tertiplenir. Bu merasim çerçevesinde Hazreti Celaleddin Rûmi hakkında yazılır, söylenir, konuşmalar yapılır. Her gün belli saatlerde semâ merasimleri düzenlenir. Merasim diyorum çünkü artık zikir ya da bazı tasavvufi akımlarda olduğu gibi vird kisvesinden tamamen sıyrılmış, sadece güzel sesli mugannilerin ağır makamlarda söyledikleri ilahiler, naatlar, münacatlar eşliğinde orta da özel kıyafetleri ile dönen insanların yaptığı gösteri haline getirilmiştir.
Türkiye’nin ve dünyanın her yerinden bu merasimleri takip etmek üzere insanlar akın akın Konya’ya Hazreti Pir Celaleddin Rûmi’nin dergahına gelirler. Bir hafta boyunca manevi bir atmosferde o güzelliği yaşamak, hissetmek için çaba sarf ederler.
Eyvallah. Hoş gelmişler, safâ getirmişler. Safâları daim olsun inşallah. Ancak son yıllarda bir furya ortaya çıktı ya da kasıtlı olarak çıkartıldı. Bir kesime mensup taife-i sefil, Mevlânâ Celaleddin-i Rumi hazretlerini islamsızlaştırmak, din ve iman-inanç kimliğinden soyundurup sadece hümanist bir insan sevici, geniş hoşgörülü bir akım sahibi, tüm insanlığa sadece hoşgörüsü ile hitap eden bir insan olarak görmeye, göstermeye çalışmaktadırlar.
Hallerine, tavırlarına, kıyafetlerine, söylemlerine baktığınız zaman gerçekten bunların Hazreti Pir’den aldıkları, öğrendikleri bu kadar sığ mı acaba diye düşünmeden edemiyorsunuz.
Yukarıdaki dörtlükte Mevlânâ’mız öyle güzel bir Müslüman olduğunu açıklamış ki, bunun üzerine, O’nun hakkında herhangi bir şey söyleyen, yorum yapan ya da onu başka bir şekilde lanse etmeye, anlatmaya, tanıtmaya çalışan kim olursa olsun vebal altına girmiş demektir.
Kur’an-ı Kerimin kölesi olduğunu ve tüm hayatı boyunca bunu kendisine şiar edindiğini söyledikten sonra, Hazreti Muhammed Mustafa aleyhisselamın ayağının bastığı yerdeki toz zerresi mesabesinde olduğunu da belirtiyor. Tevazu cümlesi olan bu söylem aynı zamanda kalbinde yaşadığı imanın derecesini göstermesi açısından da çok önemli bir haldir.
Hayatı boyunca asla şeriatsızlığa müsaade etmemiştir. Bugün Mevlânâ Celaleddin-i Rûmi hazretlerinin sadece hümanist, insan sevgisi ile müzeyyen ve geniş hoşgörü sahibi bir felsefeci olduğunu savunanlar, O’nun adil, muttaki, mütedeyyin, kavi imanlı ve asla şeriatsızlığa müsaade etmeyen bir insan olduğunu neden göz ardı ediyorlar? Çünkü işlerine gelmiyor.
Şeriatsızlık ifadesini lütfen yanlış anlamayın. Şeraitsizlik manasından kullanıyorum. Yani kuralsızlık, disiplinsizlik noktasında tavizi olmayan manasında. Onun kadınlarla olan diyaloğuna bakalım bir teşehhüd miktarı mesela.
Asla bir hatun kişi ile yalnız kalmamış, halvet olmamıştır. Çünkü o aynı zamanda büyük bir fakih idi. Yani İslam fıkhını ve kaidelerini çok iyi bilen, bu konuda müşkülü olanlara fetva dahi verebilecek kadar kelâm, hadis ve fıkıh ilmine haiz bir alim idi. Bilirdi ki nikah düşen bir kadınla halvet olanın yanında üçüncü kişi olarak şeytan bulunur.
Hadi canım sende bu pencereden mi bakıyorsun olaya diyenlerinizi duyar gibiyim. Bunu günümüzün ifadeleri ile açıklamaya lütfen çalışmayın. Yani bastırılmış duygular, kadına bu gözlemi bakıyorsunuz, kadın sizin dünyanızda hangi konumda gibi basit ve yüzeysel savunma cümleleri kurmayın. Tüm bunları sadece şununla çürütür içinde yetiştiğim kültür. Lütfen dikkat.
Günümüzde araba lastiği reklamından, bulaşık sabunu reklamına kadar bir pazarlama unsuru olarak gördüğünüz ve adına özgürlük dediğiniz ama modern köleliğin kuralları çerçevesinde kadını kendi dünyasına hapsettiğiniz kültür anlayışınızın yanında, benim inandığım din ve bu din çerçevesinde oluşan tertemiz kültürüm, kadına “Beytin Rabbi” sıfatını veriyor. Lütfen yine yanlış anlamayın. İlahlık manasında söylemiyor bunu. Yani evinin sahibi, evinin direği, erkeğinin sırtını dayadığı çınar, hayatın idamesi için yapılması gereken her şeyi yapan ve idareyi elinde tutan, idare eden, yöneten, çekip çeviren. Ama her konuda yetkili olan.
Bize medeniyetin beşiği diye dayatılan avrupada 1800’lü yıllarda bir araya gelen kardinaller kadına ne diyelim, hangi sıfatı verelim tartışmasını yaparken benim inanç sistemimde kadın, eşiyle birlikte devlet yönetiyordu. O yüzden burada sığ düşüncelerinizi ve savunmalarınızı kendinize saklayın.
İşte hazreti Pir’in kadına bakışı, kadınlarla diyaloğu, dahası insanlarla diyaloğu tamamen islami kurallar çerçevesinde idi. Bugün onu dinsizleştirmeye çalışanların sosyal yapılarına baktığımız zaman baştan aşağıya sakat olduğunu müşahade etmekteyiz.
Gelelim Şems-i Tebrîzî Hazretleri ile Hazreti Mevlânâ arasındaki diyaloğa. Günümüzdeki bazı had bilmezler, isimlerinin önüne aldıkları titrlere dayanarak ve bu ünvanlarını kullanarak iki büyük manevi aşk insanının arasındaki ilişkiyi erotizm boyutuna taşıyacak kadar alçakça bir düşünceye sahiptirler.
Şems-i Tebrîzî’ye atılan iftiraların temelinde ise Hazreti Mevlânâ’nın artık halka sohbeti bırakması, tamamen ibadete ve Allah’a yönelmesi sebep olarak gösteriliyor. Daha önce her türlü sıkıntılarından kendisinden istifade ettikleri Hazreti Mevlânâ’nın Şemsle tanışmasından ve üç aylık visal orucu ile halktan uzaklaşmasından sonra Şems hazretlerine düşman olmuşlardır. Hazreti Pir’i ondan uzaklaştırmak için Şems’e iftiralar atmışlar ve hatta onun şehirden gitmesi için baskı kurmuşlardır.
Bakınız Üsküdar Üniversitesi Kurucu Rektörü Sayın Prof. Dr. Nevzat Tarhan hoca bu konuya nasıl bir açıklık getiriyor… “Hz. Mevlânâ ruhsal ve manevi bir bağlanma ile Hz. Şems’in kişiliğine değil onun yansıttığı hakikate bağlanıyor. Hz. Mevlânâ’nın Hz. Şems ile ilgili olan ilişkisi yoğun bir manevi bağlanma örneğidir. Hz. Mevlânâ Hz. Şems’te yıllarca beklediği hakikati bulması, Hz. Şems’in kendisindeki kitabi bilgileri aşk makamı ile birleştirilmesine vesile olması sebebi ile Hz. Şems’ten ayrılmayı hiç istemez. Hz. Şems onun manevi yol arkadaşı, yoldaşı, sohbet şeyhidir. İlahi hakikat yolunda onu anlayabilen ve onu bu yolda yakan, yandıran kişidir. Hz. Şems Hz. Mevlânâ’nın kendisinden de tamamen ayrılmasını tamamen Hakk’ta bâki olmasını ister ve kaybolur. Zira o yoldaki misyonu ve manevi vazifesi budur” Yani Hazreti Şems bir vazife ile Konya’ya, hazreti Mevlânâ’nın bulunduğu şehre geliyor, vazifesini tamamlıyor ve çekilip gidiyor. Çünkü Hazreti Şems, Hazreti Mevlânâ’nın Yol arkadaşı, sohbet şeyhi, yoldaşı, sırdaşı ve haldaşı oluyor. Ona maneviyat pencerelerinden çok farklı bir pencere açıyor. Bu pencere Hazreti Mevlânâ’nın olgunlaşmasını, pişmesini ve maneviyatta yükselip yücelmesini sağlıyor. Vazifesi biten Şems daha sonra şehirden uzaklaşıyor. Öldürülmesi safsatası kendisinden çok sonra ortaya atılıyor. Kaldı ki Şems-i Tebrîzî’nin hayatını araştıranlar, Hazreti Pir ile görüştükten ve ondan ayrıldıktan sonra Şam’da, Irak’ta, Belh’te ve nihayet Tebriz’de defalarca görüldüğünü yazıyorlar.
Ömrünü aşk ve ibadet etrafında insanlığa hizmetle geçiren Mevlânâ Celaleddin-i Rûmi’nin ahlakı Hazreti Peygamberin ahlakına benzer. Tüm ömrünü bunun için çaba sarfederek geçiren Hazreti Pir imanî teslimiyetin manasını da Peygamberimiz efendimizin hayatındaki örnekleri çok iyi özümseyip anlayarak kendi hayatına tatbik yoluyla temin etmiş, öğrenmiştir.
Mevlânâ’mızın hayatını incelediğimiz zaman karşımıza çıkan hasletlerin bazılarını sıralamamız bile onun hayata, insanlığa ve imana bakış açısını net bir şekilde bize gösterir. O tüm hayatı boyunca mütevazı, öfkesini her daim yenen, sakin ve mütedeyyin bir yapıya sahipti. Özellikle kendisine karşı yapılan her türlü fenalığı affedebilecek kadar geniş bir yüreğe sahipti. Hakkında dedikodu edenlerin hasbel kader yanına gelmeleri halinde asla onların hatalarını yüzlerine vurmaz, güler yüz ve samimiyetle davranır onları öyle ağırlardı. Aleyhinde bulunanlara geniş bir lütuf ve güler yüzle davranır, gönüllerini hoş etmek için çaba sarf ederdi. Ziyaretine gelenleri makamlarına, mevkilerine, ellerindeki imkanlara ya da zenginliklerine göre değil, ilimlerine, amellerine ve Allaha olan bağlılıklarına, zühd ve takvlarına göre ağırlar, değer verir ve bunu da gösterirdi.
Kendisine karşı gösterilen saygının da ölçülü olmasını isterdi. Aşırı sevgi gösterilerinden, el etek öpülmesinden, haddinden fazla ilgi ve tezahürat gösterilerinden asla hazzetmez, buna mani olunması için rahatsızlığını dile getirirdi.
Peki şimdiki Mevlevilik usulünde bulunan baş kesmeler, yerlere secde etmeler ve kapanmalar, postnişinin eteğini ya da elini öpmeler, onun önünde eğilmeler ne oluyor diye sorarsanız hemen şöyle cevap veririm.
Öncelikle bu yolu Hazreti Pîr oluşturmamıştır. Yani Mevlânâ Celaleddin-i Rûmi Mevlevilik diye bir tarik kurmamış, kurallarını tespit etmemiş, benden sonrakiler de bu yolda devam etsinler diye herhangi bir tavsiyede, işarette bulunmamıştır.
Oğlu Sultan Veled babasından sonra sistemli bir hale getirmek amacıyla Mevlevilik yolunu bir irşad ve tebliğ yolu olarak ortaya çıkarmış, Babası gibi ümmeti Muhammed’e, Allah azze ve cellenin güzelliklerini, peygamber efendimiz aleyhisselamın güzide ahlakını ve bu ahlak çerçevesindeki pırlanta hayatını anlatmak gayesi ile disiplinize etmek amacıyla bir yol benimsemiştir. Sema ile ilgili bugün seyrettiklerimiz, yapılanlar zaman içinde bu yolun müntesipleri tarafından oluşturulmuş hal ve tavırlardır. Mamafih Hazreti Mevlânâ’nın iman anlayışı ve tarifi, Hak ehlinin hayatında, yalandan, taklitten, şöhretten ve aşırı hürmetten uzak bir anlayışı benimsemek ve tüm riyalardan, sahteliklerden uzak kalmak olarak aktarılır.
Zaten gerçek ilim sahibi insanlar ve ilmi ile amil olan alimlerin tamamı bu tür hareketlerin tamamından uzak durmakta, hiç birisini asla tasvip etmemektedirler.
Hazreti Pir tüm hayatı boyunca sadece Kur’ân-ı Kerim’in emrettiklerini benimsemiş, Hazreti Peygamberin yaşayışını kendisine örnek olarak almıştır. Bunun dışında da herhangi bir şey yapmamış, söylememiş, benimsememiş, tavsiye de etmemiştir.
“Kim benim Kur’an-ı Kerime olan bağlılığımdan ve Hazreti Muhammed aleyhisselama olan hürmetimden başka bir şey söylerse ben o sözden ve onu söyleyenden Rabbime şikayetçi olacağım.” Sadece bu cümle bile bize Mevlânâ Celaleddin-i Rûmi hazretlerinin ne kadar sadık ve vefalı bir Müslüman olduğunu göstermeye, anlatmaya yeter.
Bakın Hazreti Mevlânâ’nın hayat anlayışını ifade etmek için şu cümle şu cümleyi de örnek olarak vermeden geçemeyeceğim. Çocukları, fakirleri ve düşkünleri çok sever, onlarla hemhal olur ve onların her derdine derman olmaya çalışırdı. Zor durumda olanlara ve ihtiyaç sahiplerine karşı son derece lütufkar davranır, kapısına gelen herkesi hiçbir şey sormadan ve ayırt etmeden memnun ederek göndermeyi şiar edinirdi. Nefsini terbiye etmek için çok ibadet eder, az yer, az uyur, bazen günlerce hiçbir şey yemez oruçlu olarak geçirirdi vaktini. Etrafında olan herkese Allahtan korkmayı, Allah’ı çok sevmeyi, onun şeriatına uymayı, peygamber aleyhisselamın hayatını öğrenmeyi, onun hayatındakileri kendi hayatlarına tatbik etmeyi tavsiye ederdi. Yaşadığı sürece defalarca kalbi kırılmasına ve incinmesine rağmen kimseyi incitmemiş ve “Marifet incinmek ya da incitmek değil, incinmemektir” diyerek gönül düsturunu ortaya koymuştur.
Bu Şeb-i Arûs’da bulunanlardan bazılarının sosyal medya hesaplarında yaptıkları paylaşımları ve yazdıkları metinleri gördükten sonra bu yazıyı yazmaya karar vermiştim. Namaz kılmayan, Allah’a ve Rasulüne layıkı ile sadık olmayan, vefasını tam olarak oturtamamış, sadece bulunduğu konumda Hazreti Mevlânâ’yı nasıl kullanırım, onun felsefesini anlatarak takipçilerimi nasıl çoğaltırım, insanlara kendimi daha çok nasıl gösteririm kaygısı ile hareket eden ve Hazreti Mevlânâ’yı Kur’an ve Sünnet haziresinden göremeyen sözde hoşgörülü özde gönülsüzlere diyorum ki:
Mevlânâ Celaleddin-i Rûmi gerçek bir Müslümandı ve hayatını bir Müslümana yakışır şekilde yaşadı. O vazifesini tamamladı. Peki ya siz? Allah’ın emri olan namazdan, örtünmeye kadar birçok hususu dikkate almadan sadece onun hümanist görüşünü ve hoşgörüsünü elinize bayrak yaparak birkaç gün Hazreti Pir üzerinden pirim yaparak kurtulabileceğinizi mi zannediyorsunuz.
Vakit çok geçmeden ve elinizde fırsat varken bir kere daha düşünün derim.
Vesselam.