“İnsanın topuğu suyu bulandırmak adına hayretle yaratıldı” cümlesi son zamanlarda hatırlarımızda daha çok tekrar eder olmuştu. Bu cümlenin mahiyetini sürekli düşünmemiz gerekiyordu belki de. İnsanın kalbi kırılınca yüzünün bulanması belki bir ihtimal bu sözü karşılayan bir ifade olabilirdi. Veyahut insan yaşlanıp eli öpülesi bir hâl aldığında hürmet görmek onu mutlu eder, gözlerinden yaşlar akardı. Yani insanın teni vefakarlığı hissedince gözyaşlarıyla bulanır dururdu. Çünkü beşer, birkaç damla gözyaşı ve kandan ibaretti. Kimi zaman arkadaşlarımızdan kaçar, büyüklerimize sığınırdık. Jest ve mimikleriyle doğru yolu göstermelerini hayretler içinde dinlerdik. El işaretleri bizler için birbirlerine yakın yakalardan kalkan trenlerdi. Aslında vefa doğru yola çıkan kapının kilidiydi. Sayılı günleri geçirip mevsim ağaçlarının dallarına dolandığımız vakit el öpen dudaklarımız yıpranacaktı. İşte o zaman hürmet görmesi gerekenler sırasında daha dünküler olacaktı. Peki yaşlandıkça neden ellerimiz öpülesi bir hâl alırdı? Bunu hiç düşünmüş müydük?
Dünya’ya gelişimiz ve ansızın gidişimize neler sığdırmıştık? Bayram günleri, hasta ziyaretleri ve cenaze evlerine taziyeler… Küçükken bayram günlerinde el öpüp harçlık, şekerlemeler toplardık. Üstelik o ihtiyar ellerin harçlık, şeker manaları da vardı. Çocuk yaşlarımızda ölüm ne demek onu bile tam anlamıyla bilmezken büyüklerimize karşı hürmeti hiç eksik etmezdik. Hatta bazı zamanlar yaralarımızı görüp ölüm sandığımız da olurdu. Aslında bizlere çikolatalar, şekerler vefayı öğretmişti. Ardından hasta ziyaretlerine gitmeyi bir vefa borcu olarak zihinlerimize işlemiştik. Ölüm kelimesinin ne anlama geldiğini öğrenmeye doğru ilk basamağa adım atmıştık. Hayat, aslında kısa süreli bir hasta ziyaretiydi. Günler geçtikçe toprağın büyüklerimize olan sevdası daha da artacaktı. Sık sık ziyaret edip tenlerini bulandırmalıydık. O vakit suyu kanatacak hayret tam manasıyla fışkırmış olacaktı.
Hayat, bizi kim bilir belki uzak iklimlere ulaştıracaktı. Annelerimize, dedelerimize karşı uzun bir gurbet yolculuğu boy gösterecekti. Öyle bir zaman gelecekti ki suyunu bulandıracak ten bulamayacaktık. Çünkü zamana karşı hep tedirgin olmak yaratılışımızda vardı. Nedeni olmayan bir ölüm kapımızı taşlayabilirdi. Adına ecel kımıldaması da denebilirdi. O kımıldama her bir insanı uçuruma sürükleyebilecek güce sahip olabilirdi. Vefa işte burada kalp ritimlerimizi rahatlatabilecek büyük bir nimetti. Akıllarımızda soru işareti bırakmaktansa her fırsatta o teni bulandırmalıydık. Hayat ne kadar da garipti. Yeni doğan bir bebeğin elleri sevilirken, ihtiyarlamış bir kimsenin elleri öpülürdü. Bu demek oluyordu ki teni bulandırmak insanın hayretler içinde yaratılışının en başından itibaren vardı. Sırat ipinden örülme bir hayat…
Bir kuş dama konunca aralıklı pencereden içeri asla girmezmiş. Hayat da işte böyleydi. Unuttuğumuz şeyleri hep hatırlamak bize aralıklı olan bir şey değildi. Onca koşturmacanın içinde vefa kavramı zamanla unutulup gidiyordu. Pazar kahvaltıları da buna dahildi. Çocuklar büyür, sofralar hep iki kişilik olurdu. İçlerimizde hep “onlar, ordular ve bir bayram sabahı” kalırdı. Okul demek heyecan ve vefaydı. İlk okulda annelerimiz bize beslenme kabı verdiği zaman onu bitirmeden eve getirmezdik. Bu bir vefa borcuydu. Yüzlerimizi boyadıkları için öğretmenlerimizi teşekkür yağmurlarına tutardık. Onlarında tenleri böylelikle bulanırdı. İlk okul demek öğretmen sevgisini kazandırmak, bir doktorun o çocuğa ilk aşısını yapması gibiydi. Ardından orta okul büyük sayılarla geçerdi, matematik öğretmenlerine hep bir ön yargıyla yaklaşılırdı. Fakat sonunda o hep bir geri adımla yaklaşanlar hürmetleriyle hafızalara kazınırdı. Ardından lise zamanları hocalarımızın peşlerinden bizlere doğru yolu göstermeleri için koşturmamızla geçerdi. Üniversite, iş hayatı derken her şey o kuşun aralıklı pencereden girmemesinden ibaret olmaya başlardı. Dünya telaşı birkaç damla gözyaşı demekti.
Hayat kaç merdiven basamağıydı? Asansörlerle çıkmak için nelerimizi vermedik ki. Zaman denen varlığa hiç meydan okumadık. Ona karşı sürekli bir mağlup olma durumuz vardı. Boyun eğdik, diz çöktük ve acı acı suratına baktık. Büyük sayılara hiç özen göstermedik ve ölüm kapıyı çalınca o suyu hep kanattık. Çünkü hayat ziyaretinin kısası makbuldü.
0
0
0