Önemli Müslüman devlet adamlarından biri olan İbn-i Haldun, şehri, nüfus bakımından “Hadari Toplum” diye isimlendirir. Yani yerleşik insanların mekânı olarak “şehir” kavramını ele alır. Bu tabi demografik açıdan bir tanımlamadır. Bir de şehrin fizikî yapısı vardır ki, toplumun paradigmasıyla, medeniyetiyle, kültürüyle, tarihiyle vs. unsurlarıyla bütünleşir. Şöyle ki;
Bir şehrin panoramasını uzaktan müşahede ettiğinizde, o şehrin silüeti size birçok şey anlatır. Bilhassa mimarî yapısı o şehrin kimliğini ele verir. Meselâ hayalen İstanbul’u uzaktan münasip bir mekândan izleyelim. Yedi tepeye kurulu olan İstanbul, bize uzaktan ne anlatıyor göz atalım.
İstanbul’un silüetinde ilk göze çarpan mimarî yapılar hiç şüphesiz camilerdir. Bu camiler İstanbul’un bir İslâm şehri olduğuna işaret ediyor. Bitmedi, ayrıca bazı camiler Osmanlı’dan haber verirken, bazıları ise Avrupaî mimariden dem vuruyor. Meselâ Süleymaniye Camii, Mimar Sinan ve Osmanlı’dan haber verirken, Ortaköy Camii Avrupaî mimarî olan Neo Barok veya “Barok ve Rokoko” sanatından haber veriyor.
İkinci göze çarpan silüetler kulelerdir. Bilhassa Galata Kulesi ve Kız Kulesi gibi tarihî eserler ise bize Bizans’tan haberler vermektedir ki, Galata Kulesi ilk olarak Bizans İmparatoru Justinianos tarafından MS 507-508 yılında inşa edilmiştir. Günümüzdeki şekliyle mezkûr kuleyi 1348-49 yılında Cenevizliler yeniden inşa etmiş ve 1445-46 yılları arasında boyunu yükseltmişlerdir. 1500’lü yıllarda depremden kısmen tahrip olmuş ve Mimar Murad bin Hayreddin tarafından tamir edilmiş. III. Selim döneminde kule tekrar tamir edildikten sonra, kulenin üst katına bir de cumba eklenmiştir. 1831’de kule bir yangına duçar olur ve II. Mahmut, kulenin üzerine iki kat daha ilave ettirir. Külah biçiminde olan ünlü dam örtüsüyle kulenin tepesi kapatılır. Bu da demektir ki, Galata Kulesi bir yandan Bizans’dan haber verirken, diğer taraftan Osmanlı’dan bize haberler verir.
Diğer taraftan Kız Kulesi de Bizans eseri olarak gözümüze çarpar. Tarihi veriler, kuleden ilk olarak M.Ö. 410 yılında söz edildiğini gösterir. Atinalı komutan Alkibiades tarafından inşa edilen kule, ilk zamanlar Boğaz’dan geçen gemileri kontrol etmek ve vergi almak için kullanılıyormuş. İstanbul, Roma hâkimiyetine geçtikten sonra Bizans İmparatoru Manuel Comnenos yapıyı taşlarla güçlendirip tam bir kule olarak tasarlatmış ve bir savunma binası haline getirmiş. Osmanlı zamanında bir kez daha restore edilen kule, şimdilerde daha güzel bir hale getirilmeye çalışılıyor. Yani Kız Kulesi de bir yandan Bizans’tan bahsederken, diğer taraftan Osmanlı’dan haberler vermektedir.
İstanbul’un silüetlerinden biri de eşsiz bir eser olan “Ayasofya-i Kebir Camii”dir. Oldukça anlamlı ve İstanbul’un sembolü olan bir eserdir. Ayasofya çok tartışmalara sahne olmuş, kilise iken camiye; cami iken müzeye çevrilmiş ve nihayet şerefli kimliği olan cami sıfatına bürünmüştür. Üzerinde oldukça spekülasyonlar yapılmış olan Ayasofya-i Kebir Camii Şerif’i, Fatih’in en önemli yadigârı olarak günümüzde dimdik ayakta ve Müslümanların gönlünde taht kurmuş vaziyettedir. Kim ne derse desin, bu muhteşem Cami, fethin sembolü ve kılıç hakkıdır. Cami olması da bu hakkın bir tezahürüdür ve bu kimliğini bozanlara muhteşem padişah Fatih Sultan Mehmed Han, Fetihnamesi’nde beddua etmiştir. İnşallah kıyamete kadar bu kimliğini kaybetmeyecektir.
İstanbul’un silüetlerinden olan saraylar da bize çok şey anlatır. Meselâ Topkapı Sarayı, Osmanlı sanatından ve padişahların kimlikleriyle bütünleşen kültüründen bahsederken, Dolmabahçe Sarayı yozlaşmanın başladığı Avrupa kültüründen ve sanat anlayışından bahseder. Tıpkı Konya’daki Selimiye Camii Osmanlı’dan; Aziziye Camii ise Avrupaî tarzdan bahsettiği gibi…
İçinizden “Banker Bilo” filmini izleyenler hatırlarlar. Almanya diye İstanbul’un bir tepesine bırakılan saf vatandaşlar, uzaktan Almanya diye İstanbul’a bakarlarken, “ula bu Almanya’da amma da çok cami varmış, demişlerdi.” Oysa Almanya’nın şehir silüetlerine bakan biri camileri değil; kule şeklinde yapılmış kiliseleri görebilir ancak. Yani bir şehrin silüeti aslında o şehrin ya Batı Medeniyeti’nin bir ürünü ya da İslâm Medeniyeti’nin bir ürünü olduğunu gösterir. İşte bu yüzden, şehrin medeniyetine, kültürüne, paradigmasına vs. özelliklerine halel getirici mimarî yapılara müsaade edilerek yozlaştırılmaması gerekir. Bugün depremlerle zaman zaman tahrip olan İstanbul’un mimarisi oldukça yozlaşmış durumdadır. Zira o canım medeniyetimizin ve kültürümüzün eşsiz tarihî eserleri olan ata yadigârlarını gölgede bırakan gökdelenler, şehrin silüetini yozlaştırmaktadır.
İstanbul’dan bahsederken Mekke-i Mükerreme ve Medine-i Münevvere’den bahsetmemek büyük yanlış olur. Zira bir zamanlar payitaht İstanbul’a bağlı olan bu mukaddes şehirler, Osmanlı’nın oldukça önem verdiği şehirlerdi. Osmanlı, her yıl Surre-i Hümâyûn Alayı veya Surre Alayı vasıtasıyla İstanbul’dan Mekke ve Medine’ye çok değerli hediyeleri ve yardımları, Surre-i Hümâyûn Alayı adı altında İstanbul’dan törenle gönderirdi. Osmanlı bu mukaddes şehirlere Osmanlı mimarisiyle eşsiz eserler bırakmış ve imar etmiştir. Meselâ Ecyad Kalesi’ni Mekke’de 1781 tarihinde yapmış, ancak Osmanlı eserlerine tahammül edemeyen Suudiler, 2002 yılında bu muhteşem eseri yıkmışlar yerine Zemzem Tower ismiyle müsemma Avrupaî bir ucube otel yapmışlardır.
Osmanlı Kâbe-i Muazzama’nın boyunu aşmaması için revaklar yapmış, ta ki Kâbe-i Muazzama’nın silüeti bozulmasın. Hatta bu revakları yapan ustalar, sırtlarını Kâbe-i Muazzama’ya dönmemek için gayret sarfetmişlerdir. Osmanlı’nın bu saygısı, maalesef Suudiler tarafından devam ettirilmemiş ve Zemzem Tower ismiyle koca bir gökdelen yaptırılmış, Kâbe-i Muazzama’nın mehabetine halel getirilmiştir. Üstelik bu Zemzem Tower’ın en üstüne monte edilen hilal ise aslî şekli ile değil de sırt üstü şekliyle yerleştirilmiştir.
Bir şehrin silüetleri, o şehrin kimliği olduğuna göre ve hatta hangi medeniyete ait olduğunu haber verdiğine göre, o şehrin yetkilileri o kimliğe uygun mimarî eserlere izin vermelidir. İstanbul’da öyle tarihî değere haiz eserler var ki, maalesef belediyenin bazı yetkililerinin ihmaliyle imar edilen çarpık yapılar yüzünden gölgede kalmışlar ve aslî hüviyetlerini tahrip etmişlerdir. Hatta o güzelim tarihî çeşmeler, tarihine saygısız kimi düşüncesizler tarafından tahrip edilmiş, üzerlerine yazılar yazılmış ve değerli taşları çalınmıştır. Dünyanın nadir yerlerinde böyle geçmişine düşman ve cani ruhlu tahripkâr insanlara rastlanır. Cezaî müeyyidelerin yetersizliği yüzünden, maalesef bu cüretkâr kimseler, ata yadigârı eserleri talan etmeye devam etmektedirler. Tıpkı, Yıldız Sarayı’nın İttihad ve Terakki haydutları tarafından talan edildiği gibi…
Netice-i kelâm, şehir kuru bir topluluktan ibaret değildir. Bir medeniyetin, kültürün, tarihin vs. unsurların oluşturduğu komple bir komplekstir. Bu kompleks içinde ortak değerleri, vizyonları, paradigmaları barındıran, hatta farklı medeniyetleri kol kola, omuz omuza birlikte yaşatan özelliklere sahip bir külliye hükmündedir. Bu külliyelerin silüetlerinin muhafaza edilmesi ve dejenerasyona uğratılmaması gerekir.